23 Ocak 2010 Cumartesi

three rounds and a sound

ben aslında inanmıyorum edatların tek başına anlamı olmadığına
nasıl olmaz ki?
kadar. işte.
bazen.
hiçbir zaman hissettiklerimi dışa vurmakta, masumane veya düşmanca kelimelere sığdırmakta iyi olmadım.
halbuki içimde çok iyi tarif edebiliyorum kendime, sadece içimde.
yüksek sesle söyleyince hepsi gerçekliğini başkaları için kazanırken benim için yitiriyor sanki.
ciddiyetimi hiçbir zaman koruyamıyorum.
bir insanda olabilecek en kötü özelliklere sahipmişim gibi düşünürken kendimi aslında hiçbir şey olmadığını görüyorum.
eldivenimi giydiğimde parmaklarımda kalan boşluklar gibi.
büyüdükçe ruhum kirleniyor.
o yüzden hep istedim çocuk kalmayı.
çocukluktaki kayıtsızlığı, kelimeleri kullanmadaki özgürlüğü.
ve yine o yüzden bi çocuk istiyorum şimdi.
çocukluğumu onda yakalamak istiyorum bi daha.
tekrar.
sonra herhangi bişey için ağlamak.
yeni şeyler öğrenmek.
yeni bi renk bulsa bilim adamları.
onunla üzerimdeki tedirginliği atabiliyim
çok gariptir
bazen kendimde yaşadıklarımı farkına varamıyorum
sonra bir anda geliyolar
çat kapı
elim ayağıma dolanıyor
ne yapıcağımı şaşırıyorum
böyle yüzme bilmeme rağmen sanki boğulucakmışım gibi geliyo
sonra öylesine yoruluyorum
bişeyler beni çekip çıkarana kadar
kalakalıyorum.

9 Ocak 2010 Cumartesi

in a manner

dersanenin bana henüz kazandırmış olduğu şey bir kaç güzel arkadaş ve murat togan'dan başka bir şey değil.
murat togan, ah.
tarih dersini seviyorum, evet, ama murat togan'la daha da güzel. bu kadar çabuk silinmese izi o 40 dakikaların..

şubat ayının gelmesini istiyorum. istanbula gitmeyi. deniz görmeyi.
ankara'yı sevmiyorum, oysa o norveç'li adam nasıl bu kadar sevebiliyo bu sevimsiz kenti hiçbir fikrim yok.

şimdi çıkıp gitmek lazım evden, to die by your side is such a heavenly way to die diye mırıldanarak..

(kahvefincanı)